Yarışmaya razı mıyız?
Gelişmiş ülkelerle az gelişmiş ülkeler arasındaki en önemli yapısal fark, objektif rekabet koşulları olsa gerek. Bir yerde herkes için ama gerçekten herkes için geçerli yarışma kuralları varsa ve bu kurallar işliyorsa, ilerleme oluyor. Ama kurallar örümcek ağı gibi işlev görüyor, zayıflar takılıp kalıyor ve güçlüler delip geçiyorsa, orada yerinde sayma başlıyor. Bu durumda zayıflar ister istemez güç merkezine doğru riyakar bir eğilim gösteriyor.
HERKESİN BİLDİĞİ SIRLAR
İsterseniz konuyu daha da somutlaştıralım. Örneğin;
*Kamu ihalelerinde herkes için eşit koşullar varsa, yarışanların tek kaygısı “daha kaliteli hizmet/mal, daha ucuz fiyat” oluyor. Ve sonuçta herkes kazanıyor.
*Kamu personel alımlarında herkese eşit uygulanan sınav varsa, yarışanların tek kaygısı sağda solda torpil aramak yerine “daha çok çalışmak” oluyor. Ve devletin personel kalitesi yükseliyor, bu da vatandaşa hizmet olarak yansıyor.
*Devlet memuru olduktan sonra yükselmenin yolu falan parti filan sendika kapısından değil de liyakatten geçiyorsa, orada tek kaygı “işinin hakkını vermek” oluyor. Ve tabii ki yine devlet ve millet kazanıyor.
*Devletin denetimleri işverenin/mükellefin kim olduğuna göre değil de herkes için eşit ve sıkı uygulanıyorsa, orada tek kaygı “işimi adam gibi yapmazsam devlet canıma okur” oluyor. Yani orada Soma, Ermenek gibi fecaatler görülmüyor.
*Devlet payeleri sanata ve sanatçıya ulufe olarak değil de hakkaniyete göre veriliyorsa (devlet payesi/unvanı/ödülü verilmesi de ayrı bir tartışma konusu ya), orada tek kaygı “filancayla aynı karede olayım” değil, “işime bakayım” oluyor.
*Bir belediye ile iş yapmamın yolu siyasi görüşe değil de objektif kurallara bağlıysa, kasaba belediyelerine varıncaya kadar vıcık vıcık partizanlık değil, kuralına göre iş yapma hakim oluyor.
*Bir meslek örgütü, dernek veya federasyon belli bir ekibin çiftliği değil de demokratik temsil ilkelerine göre oluşturulmuşsa, orada 30-40 yıldır koltuğa yapışanlar değil, tek derdi hizmet olanlar zemin buluyor.
KAYBEDEN HEP TÜRKİYE
Listeyi daha da uzatmak mümkün. Bu listede her bir başlığın her dönemde kazananları ve kaybedenleri var. Ve işin ilginç tarafı, kazananlar da kaybedenler de mütemadiyen değişiyor. Fakat toplamda kaybeden değişmiyor; Türkiye. Örneğin geçmişin gayrımakbülleri, şimdinin makbulü, şimdinin makbulü 3-5 yıl sonrasının gayrımakbulü olabiliyor. Fakat “ezilen ezer” kaidesi gereği, herkes eziklik dönemlerinin telafisi derdine düşüyor. “Türkiye’yi sadece biz yeriz” anlayışından, “kuralları koyalım, hepimiz, her zaman ve eşit yiyelim”e geçemiyoruz. Bu geçiş de sanırım yeni anayasa ile mümkün, fakat yakın ufukta böyle bir ihtimal maalesef yok.
Özetlersek, şu ortamda kamuda torpil haberlerini okuyup da şaşırmış ve kızmış gibi yapmanın alemi yok. Herkes sıranın kendisine gelmesini bekliyor. Kızgınlığın şiddeti, sıranın gelme ihtimalinin düşüklüğü ve yüksekliğiyle ilgili.
Millet Gazetesi - 11 Aralık 2014 Perşembe
Gelişmiş ülkelerle az gelişmiş ülkeler arasındaki en önemli yapısal fark, objektif rekabet koşulları olsa gerek. Bir yerde herkes için ama gerçekten herkes için geçerli yarışma kuralları varsa ve bu kurallar işliyorsa, ilerleme oluyor. Ama kurallar örümcek ağı gibi işlev görüyor, zayıflar takılıp kalıyor ve güçlüler delip geçiyorsa, orada yerinde sayma başlıyor. Bu durumda zayıflar ister istemez güç merkezine doğru riyakar bir eğilim gösteriyor.
HERKESİN BİLDİĞİ SIRLAR
İsterseniz konuyu daha da somutlaştıralım. Örneğin;
*Kamu ihalelerinde herkes için eşit koşullar varsa, yarışanların tek kaygısı “daha kaliteli hizmet/mal, daha ucuz fiyat” oluyor. Ve sonuçta herkes kazanıyor.
*Kamu personel alımlarında herkese eşit uygulanan sınav varsa, yarışanların tek kaygısı sağda solda torpil aramak yerine “daha çok çalışmak” oluyor. Ve devletin personel kalitesi yükseliyor, bu da vatandaşa hizmet olarak yansıyor.
*Devlet memuru olduktan sonra yükselmenin yolu falan parti filan sendika kapısından değil de liyakatten geçiyorsa, orada tek kaygı “işinin hakkını vermek” oluyor. Ve tabii ki yine devlet ve millet kazanıyor.
*Devletin denetimleri işverenin/mükellefin kim olduğuna göre değil de herkes için eşit ve sıkı uygulanıyorsa, orada tek kaygı “işimi adam gibi yapmazsam devlet canıma okur” oluyor. Yani orada Soma, Ermenek gibi fecaatler görülmüyor.
*Devlet payeleri sanata ve sanatçıya ulufe olarak değil de hakkaniyete göre veriliyorsa (devlet payesi/unvanı/ödülü verilmesi de ayrı bir tartışma konusu ya), orada tek kaygı “filancayla aynı karede olayım” değil, “işime bakayım” oluyor.
*Bir belediye ile iş yapmamın yolu siyasi görüşe değil de objektif kurallara bağlıysa, kasaba belediyelerine varıncaya kadar vıcık vıcık partizanlık değil, kuralına göre iş yapma hakim oluyor.
*Bir meslek örgütü, dernek veya federasyon belli bir ekibin çiftliği değil de demokratik temsil ilkelerine göre oluşturulmuşsa, orada 30-40 yıldır koltuğa yapışanlar değil, tek derdi hizmet olanlar zemin buluyor.
KAYBEDEN HEP TÜRKİYE
Listeyi daha da uzatmak mümkün. Bu listede her bir başlığın her dönemde kazananları ve kaybedenleri var. Ve işin ilginç tarafı, kazananlar da kaybedenler de mütemadiyen değişiyor. Fakat toplamda kaybeden değişmiyor; Türkiye. Örneğin geçmişin gayrımakbülleri, şimdinin makbulü, şimdinin makbulü 3-5 yıl sonrasının gayrımakbulü olabiliyor. Fakat “ezilen ezer” kaidesi gereği, herkes eziklik dönemlerinin telafisi derdine düşüyor. “Türkiye’yi sadece biz yeriz” anlayışından, “kuralları koyalım, hepimiz, her zaman ve eşit yiyelim”e geçemiyoruz. Bu geçiş de sanırım yeni anayasa ile mümkün, fakat yakın ufukta böyle bir ihtimal maalesef yok.
Özetlersek, şu ortamda kamuda torpil haberlerini okuyup da şaşırmış ve kızmış gibi yapmanın alemi yok. Herkes sıranın kendisine gelmesini bekliyor. Kızgınlığın şiddeti, sıranın gelme ihtimalinin düşüklüğü ve yüksekliğiyle ilgili.
Millet Gazetesi - 11 Aralık 2014 Perşembe