Kadın istihdamı artmalı mı?
Türkiye'de, kadınların çalışma hayatında daha aktif rol alması, öteden beri çeşitli açılardan tartışma konusudur.
Tartışmanın taraftarlarını kabaca 'muhafazakârlar' ve 'diğerleri' olarak sınıflandırabiliriz. Kadını ailenin temel direği olarak gören muhafazakâr düşünce, kadınların geleneksel anne-eş misyonunu eda etmeleri gerektiğini, çalışma hayatına girmelerinin aile hayatını sekteye uğratacağını savunur. 'Diğer' taraf ise kadınların çalışma hayatına katılmasını modernleşmenin kaçınılmaz bir unsuru ve sonucu olarak görür. Özellikle Avrupa Birliği'nde kadın istihdamının görece daha yüksek oluşu (bizde %30 onlarda %62) medenileşme ile kadın istihdamı arasında doğru orantı kurmada referans olarak kullanılır.
Öte yandan ironik bir biçimde, Türkiye'de kadın istihdamındaki en belirgin artış 'muhafazakâr demokrat' olarak tanımlanan AK Parti hükümetleri döneminde gerçekleşmiş. (%21'den %30'a.) Bu veri tek başına elbette muhafazakâr düşüncenin kadın istihdamına bakış açısını değiştirdiği anlamına gelmiyor. Fakat eski keskin tavrın devam ettiğini de söyleyemeyiz.
AB'de neden yüksek?
AB'de kadın istihdamının yüksek oluşu, tarihsel ve sosyolojik pek çok faktörle açıklanabilir. Sanayi devriminden Birinci Dünya Savaşı'na kadar olan dönemde kadınlar vasıfsız işgücünü karşılamadayardımcı emek ordusu olarak kullanıldı. Bu sınırlı katılımı bir tercih şeklinde değerlendirebiliriz. Fakat I. ve özellikle de II. Dünya Savaşı sonrasında, yaklaşık 60 milyon erkek işgücünün ölümü, sanayi ülkelerini mecburen kadın işgücüne yöneltti. Avrupalı kadın üretime adapte olup vasıf kazanırken, doğurganlık vasfını yitirmeye başladı. Nitekim gelişmiş AB ülkelerinde nüfus artış hızı oldukça yavaşladı ve kimi ülkelerde eksiye döndü.
Savaşlar sonrası emek krizini kadınlarla aşan AB, şimdi de nüfus kriziyle karşı karşıya kaldı. Kadınlara açıkça çalışmayın diyemezdi elbet. Fakat bilhassa Kuzey Avrupa ülkelerinde 90'lı yıllarla birlikte sosyal devletin kesesi kadınları doğuma teşvik için açıldı. Mal ve hizmeti bir şekilde üretebilirlerdi ancak kadından başka insanı üretecek mekanizma geliştirememişlerdi. İsveç ve Norveç gibi ülkelerde fiilen "çalışmasan da olur, yeter ki doğur" dönemi başladı.
Biz de Osmanlı olarak I. Dünya Savaşı'nda ciddi kayıplar verdik ama bizim askerlerimiz fabrikaları, makineleri değil çoğunlukla kara sabanı bırakıp cepheye koştu. II. Dünya Savaşı'na zaten girmedik. Dolayısıyla bizi kadın istihdamı konusunda zorlayacak nedenimiz yoktu. Hal böyleyken tarihsel ve ülke şartlarından bağımsız olarak "kadın istihdamını artırmak bizatihi iyidir" gibi bir yargıya varmamız için hiçbir sebep yok. Elbette kadınları eve kapatalım da kuluçka makinesine çevirelim demiyoruz. Bu anlamda macun tüpten çıkalı çok oluyor. Fakat istihdam stratejimizi belirlerken, en azından Avrupa kadar pragmatist olabiliriz. Allah'tan Sayın Başbakan bu konuda ezberleri bozma pahasına epey pragmatist düşünüyor. BUGÜN/9 Mart 2013
Tartışmanın taraftarlarını kabaca 'muhafazakârlar' ve 'diğerleri' olarak sınıflandırabiliriz. Kadını ailenin temel direği olarak gören muhafazakâr düşünce, kadınların geleneksel anne-eş misyonunu eda etmeleri gerektiğini, çalışma hayatına girmelerinin aile hayatını sekteye uğratacağını savunur. 'Diğer' taraf ise kadınların çalışma hayatına katılmasını modernleşmenin kaçınılmaz bir unsuru ve sonucu olarak görür. Özellikle Avrupa Birliği'nde kadın istihdamının görece daha yüksek oluşu (bizde %30 onlarda %62) medenileşme ile kadın istihdamı arasında doğru orantı kurmada referans olarak kullanılır.
Öte yandan ironik bir biçimde, Türkiye'de kadın istihdamındaki en belirgin artış 'muhafazakâr demokrat' olarak tanımlanan AK Parti hükümetleri döneminde gerçekleşmiş. (%21'den %30'a.) Bu veri tek başına elbette muhafazakâr düşüncenin kadın istihdamına bakış açısını değiştirdiği anlamına gelmiyor. Fakat eski keskin tavrın devam ettiğini de söyleyemeyiz.
AB'de neden yüksek?
AB'de kadın istihdamının yüksek oluşu, tarihsel ve sosyolojik pek çok faktörle açıklanabilir. Sanayi devriminden Birinci Dünya Savaşı'na kadar olan dönemde kadınlar vasıfsız işgücünü karşılamadayardımcı emek ordusu olarak kullanıldı. Bu sınırlı katılımı bir tercih şeklinde değerlendirebiliriz. Fakat I. ve özellikle de II. Dünya Savaşı sonrasında, yaklaşık 60 milyon erkek işgücünün ölümü, sanayi ülkelerini mecburen kadın işgücüne yöneltti. Avrupalı kadın üretime adapte olup vasıf kazanırken, doğurganlık vasfını yitirmeye başladı. Nitekim gelişmiş AB ülkelerinde nüfus artış hızı oldukça yavaşladı ve kimi ülkelerde eksiye döndü.
Savaşlar sonrası emek krizini kadınlarla aşan AB, şimdi de nüfus kriziyle karşı karşıya kaldı. Kadınlara açıkça çalışmayın diyemezdi elbet. Fakat bilhassa Kuzey Avrupa ülkelerinde 90'lı yıllarla birlikte sosyal devletin kesesi kadınları doğuma teşvik için açıldı. Mal ve hizmeti bir şekilde üretebilirlerdi ancak kadından başka insanı üretecek mekanizma geliştirememişlerdi. İsveç ve Norveç gibi ülkelerde fiilen "çalışmasan da olur, yeter ki doğur" dönemi başladı.
Biz de Osmanlı olarak I. Dünya Savaşı'nda ciddi kayıplar verdik ama bizim askerlerimiz fabrikaları, makineleri değil çoğunlukla kara sabanı bırakıp cepheye koştu. II. Dünya Savaşı'na zaten girmedik. Dolayısıyla bizi kadın istihdamı konusunda zorlayacak nedenimiz yoktu. Hal böyleyken tarihsel ve ülke şartlarından bağımsız olarak "kadın istihdamını artırmak bizatihi iyidir" gibi bir yargıya varmamız için hiçbir sebep yok. Elbette kadınları eve kapatalım da kuluçka makinesine çevirelim demiyoruz. Bu anlamda macun tüpten çıkalı çok oluyor. Fakat istihdam stratejimizi belirlerken, en azından Avrupa kadar pragmatist olabiliriz. Allah'tan Sayın Başbakan bu konuda ezberleri bozma pahasına epey pragmatist düşünüyor. BUGÜN/9 Mart 2013