Üretimden gelen güç!
Çalışma hayatının yazarı olarak TEKEL işçilerine dair ilk yazımı kaleme alacağım.
Aslında bu gecikmiş bir yazı. Fakat gecikmenin iki sebebi var. Birincisi, iş ve sosyal güvenlik alanındaki baş döndürücü gündem yoğunluğu; ikincisi ise TEKEL eyleminin medya ve siyaset tarafından çok fazla magazinsel ajitasyon malzemesi yapılması. Ancak geldiğimiz noktada bizim de birkaç şey söylememiz vacip oldu.
Bugüne kadar gelişen süreci kısaca özetlersek; 2008 yılında TEKEL fabrikaları British American Tobacco'ya 1 milyar 720 milyon dolar karşılığında satıldı. Satış sonrasında 10 bin 818 TEKEL işçisinden 8 bin 247'sinin iş akdi feshedildi. Böylece bu işçilerin kıdem tazminatları ile bundan sonra hangi statüde çalıştırılacakları sorunu gündeme geldi. Hükümet, kıdem tazminatlarını da ödeyerek 657/4-C maddesi kapsamında istihdam önerdi. Türk-İş ve ilgili sendika bu öneriyi reddetti ve bugün genel greve gidiliyor.
Türk-İş Başkanı Mustafa Kumlu, hükümetle yapılan son görüşme sonrasında 'üretimden gelen gücümüzü kullanacağız' çıkışını yaparak zaten genel grevin işaretini vermişti. Sendikal hareketlerin sloganı olan bu 'üretimden gelen güç' ifadesi üzerinde biraz durmakta fayda var. Sendikacılık, doğası gereği tepkisel bir yapıya sahiptir. Bu tepki, Batı Avrupa merkezli sanayileşme tecrübesinde insanlık dışı çalış(tır)ma koşullarına karşı başladı ve emeğin bilinç kazanma süreci olarak gelişti. Bu süreçte Batılı sendikalar gerçekten üretimden gelen güçlerini kullandılar. Hele hele Fordist üretim anlayışı sayesinde emek verimliliğindeki artış, beraberinde (sendikal mücadelenin katkısıyla) ücret artışlarını getirdi.
Batı'da sendikacılık bu minval üzere gelişirken, bizim sendikacılığımız oldukça farklı bir düzlemde boy gösterdi; devlet sendikacılığı. Evet, biz Osmanlı'dan güçlü bir sermaye sınıfı yerine güçlü bir bürokrasi tevarüs ettik. Bu yüzden Cumhuriyet'in büyük sanayi hamlelerini sermaye sınıfı değil, bizzat devlet gerçekleştirdi. Peki, güçlü bir işveren bloğunun olmadığı yerde işçi sendikacılığı olur muydu? Elbette olmazdı. Ancak bir kere ILO'nun (Uluslararası Çalışma Örgütü) bir ucundan tutmuştuk ve göstermelik de olsa bizim de sendikalarımız olmalıydı. 'Bu ülkeye sendika gelecekse onu da biz getiririz' diyen devlet ricali, 1947 yılında yasal zemini hazırlayarak, sendikacılığın önünü açtı.
Sendikal faaliyetin önü açıldı açılmasına da, bizde bu sendikacılık hep bir eğreti durdu. Ortada dünya standartlarında, verimli, kaliteli, rekabetçi ve özel sektör öncülüğünde gerçek bir 'üretim' olmayınca, sendikacılık da KİT'lere (Kamu İktisadi Teşebbüsü) sığındı. Aslında bu, sığınmaktan ziyade kapaklanmaktı. Hem de öyle bir kapaklanma ki, üretim dişlilerine sarmaşık gibi sarılıp, adeta çalışamaz hale getirdi. Sendika-siyaset-ideoloji üçgeninin statükosu, bu müesseselerin çalışmamasını, çalışmasından daha hayırlı ve daha az maliyetli hale getirdi. Devletin üzerindeki KİT kamburunun büyümesi ile bu üçgenin serpilmesi eş zamanlı gelişmiştir desek abartı olmaz.
Sonra zaman geldi Türk ekonomisi dışa açıldı. Bunun sonucu olarak fiyat ve kalite rekabeti gündeme geldi. Hal böyle olunca ekonomik olarak anakronik hale gelen kamu teşebbüsleri için, satılmak ya da kapatılmaktan başka çare kalmadı. Buna ne Özal karar verdi ne de Tayyip Erdoğan. Buna, samandan yapılmış Anadol'a Mercedes fiyatı ödemek istemeyen, Sümerbank'ın çizgili pijama kumaşından bıkan tüketici karar verdi.
Yukarıdaki değerlendirmelerden hareketle TEKEL olayına dönecek olursak, mesele bir emek-sermaye mücadelesi değil. Tipik bir sendikal mücadele konusu hiç değil. Ayrıca ortada 'üretimden gelen güç' falan da yok. Mesele, anakronik hale gelmiş bir ekonomi anlayışının tasfiyesidir. Elbette her tasfiye sıkıntılıdır ve en az zararla atlatılması siyasetin becerisine bağlıdır. Ancak süreci geriye döndürmek ya da bu kamburu bir sonraki nesle aktarmak mümkün değil. Ha, insanımızı Anadol'a ya da Sümerbank'ın pijamasına ikna ederseniz o başka. BUGÜN/4 Şubat 2010
Aslında bu gecikmiş bir yazı. Fakat gecikmenin iki sebebi var. Birincisi, iş ve sosyal güvenlik alanındaki baş döndürücü gündem yoğunluğu; ikincisi ise TEKEL eyleminin medya ve siyaset tarafından çok fazla magazinsel ajitasyon malzemesi yapılması. Ancak geldiğimiz noktada bizim de birkaç şey söylememiz vacip oldu.
Bugüne kadar gelişen süreci kısaca özetlersek; 2008 yılında TEKEL fabrikaları British American Tobacco'ya 1 milyar 720 milyon dolar karşılığında satıldı. Satış sonrasında 10 bin 818 TEKEL işçisinden 8 bin 247'sinin iş akdi feshedildi. Böylece bu işçilerin kıdem tazminatları ile bundan sonra hangi statüde çalıştırılacakları sorunu gündeme geldi. Hükümet, kıdem tazminatlarını da ödeyerek 657/4-C maddesi kapsamında istihdam önerdi. Türk-İş ve ilgili sendika bu öneriyi reddetti ve bugün genel greve gidiliyor.
Türk-İş Başkanı Mustafa Kumlu, hükümetle yapılan son görüşme sonrasında 'üretimden gelen gücümüzü kullanacağız' çıkışını yaparak zaten genel grevin işaretini vermişti. Sendikal hareketlerin sloganı olan bu 'üretimden gelen güç' ifadesi üzerinde biraz durmakta fayda var. Sendikacılık, doğası gereği tepkisel bir yapıya sahiptir. Bu tepki, Batı Avrupa merkezli sanayileşme tecrübesinde insanlık dışı çalış(tır)ma koşullarına karşı başladı ve emeğin bilinç kazanma süreci olarak gelişti. Bu süreçte Batılı sendikalar gerçekten üretimden gelen güçlerini kullandılar. Hele hele Fordist üretim anlayışı sayesinde emek verimliliğindeki artış, beraberinde (sendikal mücadelenin katkısıyla) ücret artışlarını getirdi.
Batı'da sendikacılık bu minval üzere gelişirken, bizim sendikacılığımız oldukça farklı bir düzlemde boy gösterdi; devlet sendikacılığı. Evet, biz Osmanlı'dan güçlü bir sermaye sınıfı yerine güçlü bir bürokrasi tevarüs ettik. Bu yüzden Cumhuriyet'in büyük sanayi hamlelerini sermaye sınıfı değil, bizzat devlet gerçekleştirdi. Peki, güçlü bir işveren bloğunun olmadığı yerde işçi sendikacılığı olur muydu? Elbette olmazdı. Ancak bir kere ILO'nun (Uluslararası Çalışma Örgütü) bir ucundan tutmuştuk ve göstermelik de olsa bizim de sendikalarımız olmalıydı. 'Bu ülkeye sendika gelecekse onu da biz getiririz' diyen devlet ricali, 1947 yılında yasal zemini hazırlayarak, sendikacılığın önünü açtı.
Sendikal faaliyetin önü açıldı açılmasına da, bizde bu sendikacılık hep bir eğreti durdu. Ortada dünya standartlarında, verimli, kaliteli, rekabetçi ve özel sektör öncülüğünde gerçek bir 'üretim' olmayınca, sendikacılık da KİT'lere (Kamu İktisadi Teşebbüsü) sığındı. Aslında bu, sığınmaktan ziyade kapaklanmaktı. Hem de öyle bir kapaklanma ki, üretim dişlilerine sarmaşık gibi sarılıp, adeta çalışamaz hale getirdi. Sendika-siyaset-ideoloji üçgeninin statükosu, bu müesseselerin çalışmamasını, çalışmasından daha hayırlı ve daha az maliyetli hale getirdi. Devletin üzerindeki KİT kamburunun büyümesi ile bu üçgenin serpilmesi eş zamanlı gelişmiştir desek abartı olmaz.
Sonra zaman geldi Türk ekonomisi dışa açıldı. Bunun sonucu olarak fiyat ve kalite rekabeti gündeme geldi. Hal böyle olunca ekonomik olarak anakronik hale gelen kamu teşebbüsleri için, satılmak ya da kapatılmaktan başka çare kalmadı. Buna ne Özal karar verdi ne de Tayyip Erdoğan. Buna, samandan yapılmış Anadol'a Mercedes fiyatı ödemek istemeyen, Sümerbank'ın çizgili pijama kumaşından bıkan tüketici karar verdi.
Yukarıdaki değerlendirmelerden hareketle TEKEL olayına dönecek olursak, mesele bir emek-sermaye mücadelesi değil. Tipik bir sendikal mücadele konusu hiç değil. Ayrıca ortada 'üretimden gelen güç' falan da yok. Mesele, anakronik hale gelmiş bir ekonomi anlayışının tasfiyesidir. Elbette her tasfiye sıkıntılıdır ve en az zararla atlatılması siyasetin becerisine bağlıdır. Ancak süreci geriye döndürmek ya da bu kamburu bir sonraki nesle aktarmak mümkün değil. Ha, insanımızı Anadol'a ya da Sümerbank'ın pijamasına ikna ederseniz o başka. BUGÜN/4 Şubat 2010